
Hasan YILMAZ Yazarın Tüm Yazıları
Hasan YILMAZ1995 yılında Kara Harp Okulundan mezun olmuş, çeşitli birlik komutanlığı ve yurt içi ve yurt dışı karargâh görevlerinde bulunmuştur. 2000-2001 yıllarında ABD Dz.Kuv.leri Yüksek Lisans Okulunda Uluslararası Güvenlik ve İstihbarat Çalışmaları alanı...

Avrupa Birliği (AB), Avrupa’da yüzyıllarca savaşan toplulukların bir araya gelerek siyasi ve ekonomik anlamda entegre oldukları en önemli barış projesidir. Özünde, huzur, refah, insan hakları ve terakki olan bu proje ABD’nin kalkanı sayesinde zenginliğini artırmış, kapitalist sistemin meyvelerini savunmaya çok fazla harcamadan toplumuyla paylaşmış ve gelinen noktada en kırsal yerlerinde dahi post-modern yaşamın nüvelerini filizlendirmiştir. Çevreyi ve kaynaklarını korumaya özen gösteren, küresel ısınma ve iklim değişikliğine karşı mücadelede öncülük eden, yakın çevresiyle olan ilişkilerinde de kalkınmaya yönelik bu prensipler çerçevesinde sosyal ve ekonomik yatırımları hayata sokmaya çalışan normatif bir ulus-üstü aktördür. AB vatandaşlığı vurgusuyla din, dil, ırk temelli ön yargıların hepsinin önüne geçebilecek post-modern sosyolojik dinamiğe de sahiptir.
Klasik modern güç anlamında etki yaratmakta zorlanan bir AB’nin, sadece norm yayarak ve kurumsal anlamda sistemini yaygınlaştırarak çevresinde istikrarı sağlaması bir noktaya kadar mümkündür. Bu anlamdaki açığını, kendisine tehdit olarak gördüğü vektörlerin önemli geçiş güzergâhlardan biri olan Türkiye ile gidermesi rahatlıkla mümkündür. Ancak bunu Türkiye’yi dışarıda tutan, “özel stratejik ortak” gibi dillendirilen ve sadece gümrük birliği gibi Türkiye’nin söz hakkı olmadığı yarı-bağlı bir mekanizma ile yerine getirmeye çalışması sürdürülebilir değildir. Bu yaklaşım AB içerisinde de çatlaklara ve bölünmelere yol açmaktadır.
Türkiye klasik anlamda iş, eylem, kamu hizmetleri üreten etkin bir devlet mekanizmasına sahiptir ve bu mekanizma çevresindeki ülkelerle kıyaslandığında çok daha iyi durumdadır. Esasında Türkiye AB üyelik süreci kapsamındaki uyum programlarıyla devlet kurum ve kapasitesini hem AB rehberliğiyle hem de otonom olarak kendi ihtiyaçları ve yaratıcılığı sayesinde geliştirmiştir. Gelişmiş bürokrasi, yetişmiş insan kalitesi, yaygın ve çok çabuk harekete geçirilebilen kamu hizmetleri ile ülkesi üzerinde kontrolü ve istikrarı sağlayan bir yapısı vardır. Bu yönüyle Türkiye sınırının ötesine ancak istikrarı destekleyici ve komşularının imrenerek baktığı örnek bir rol oynar. Bu sadece Türkiye’nin değil, onun kalkan olduğu AB’nin de çıkarına olan bir durumdur. Türkiye’nin aslında hayati olmayan sebeplerle AB’den uzaklaştırılması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kapasite ve kurumlarının AB’nin yakalamış olduğu standartların uzağında kalarak yerinde saymasına ve nihayetinde geriye doğru gitmesine neden olacaktır. Bunun görülmesi gerekmektedir.
Romanya ve Bulgaristan üyelik kriterlerini tam olarak karşılamadıklarından Birliğe “katılmamış” ama siyasi olarak “alınmış”lardır. Bunun arkasında Karadeniz’i bir AB denizi haline getirme gibi bir jeopolitik saik bulunmaktadır. Benzer şekilde GKRY tüm Kıbrıs adasını temsilen, fiilen bölünmüş haliyle, ki AB sınır problemleri olan aday ülkeleri sorunlarını çözmeden Birliğe almamak ilkesini ezmiştir, sırf Akdeniz’de varlık gösterebilmek pahasına Birliğe “almıştır.” Bugün Türkiye tüm devlet kurum ve kapasitesiyle Birliğe “katılmaya” hazırdır. Ancak AB “almaya” hazır değildir. AB’nin önünde “katılım”a hazır Türkiye’yi Birliğe “alarak” yakalayabileceği onca fırsat ve aşabileceği onca engel varken, Birliğe katılım için “koşulluluk”[1] ilkesinde diretmesi ne kadar anlamlıdır?
Türkiye sahip olduğu kurum ve kapasitesiyle, yetişmiş insan gücüyle, ekonomik üretim çeşitliliğiyle, gelişmiş hizmet sektörüyle, ticari girişimciliğiyle, iyi kötü işleyen bir demokratik siyasi sistemiyle, yetenekleri gelişmiş silahlı kuvvetleriyle bulunduğu coğrafyada “etki” yaratabilecek dinamiklere haizdir. Eskiden sadece “bulunmayla” övündüğü kritik coğrafyaya kendi dinamikleriyle jeopolitik önem kazandırmaktadır.
AB’nin görünürdeki korkusu Türkiye’nin Birlik içi işleyişi ve siyaseti ne yönde etkileyeceğini bilmemesidir. Ancak bunu tasavvur edip Birliği ona göre düzenleyebilecek yeteneğe sahiptir. AB hazmetme kapasitesi diyeli bir on yıl geçmiş, AB’nin hazmetme kapasitesi, son üyelerin alınmasıyla çok daha tecrübeli ve gelişmiş hale gelmiştir. AB’nin Türkiye ile uzun süredir yürüttüğü müzakereler sayesinde Türkiye’yi hazmedemeyecek kadar tanımaması mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bunu öne sürmek artık geçerli bir mazeret olamaz.
AB’nin diğer korkusu, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu coğrafyadaki problemlere, Türk sınırlarını AB sınırı yaparak komşu olmaktır. İran, Irak, Suriye’deki değişik aktörler, Türkiye’ye yönelik eylemleriyle AB sınırları içerisinde etki yaratmış olacaklar ve AB bunları görmezden gelemez pozisyonda olacaktır. Örneğin Suriye veya Irak’tan kaynaklanan PKK saldırılarına karşı sessiz kalması zor olacaktır. PKK bir sorun olarak içselleştirilmek zorunda olacaktır. Ancak öyle veya böyle buralar AB’nin hem etki hem de ilgi alanı içerisindedir. AB bölgesel etki yaratabilen küresel bir güç olmak istiyorsa, buraların istikrarına katkı yapmadan bunu ispat edemez. Ayrıca Türkiye zayıflarsa, istikrarsız olursa, bu istikrarsızlık AB topraklarını ve sularını illa ki bir şekilde etkileyecektir.
Düzensiz göç AB’nin korkulu rüyası haline gelmiştir. Doğu-batı eksenindeki akışı, AB, Türkiye ile anlaşmalar yaparak Türkiye içerisinde keserek çözmek istemektedir. Ancak bu göç veren gönderici ülkelerdeki göçe zorlayan nedenlerin kaldırılmasına yönelik politikaların yokluğu anlamına gelmektedir. AB göç nedenlerini ortadan kaldıracak politikalarını Kuzey Afrika’daki komşuları vasıtasıyla ve Sahra-altı Afrika ülkelerine uzanacak şekilde uygulamaya koymaktadır. Türkiye’yi Birliğe alırsa bu iş modelini doğuya doğru da uygulama olanağı bularak, hem Türkiye ile arasında olan sürtüşmeyi ortadan kaldırma ve hem de Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya uzanan bir bölgede istikrara katkı sağlama olanağı yaratmış olacaktır. Kaldı ki, Türkiye’nin devlet kurumlarının buna katkı sağlayabilecek birçok yeteneği bulunmaktadır. AB bunu merkez Avrupa için faydaya dönüştürebilir. Türkiye bugün bulunduğu coğrafyada ve ötesinde, örneğin Afrika’da ve Orta Asya’da, siyasi ve askeri diplomatik vasıtaların yanında ve insani, kültür ve eğitim diplomasisi gerçekleştiren devlet ve sivil toplum kurum ve kuruluşlarına sahiptir. Bu yönlü bir yeteneğe birçok AB üyesi devlet tek başına sahip değildir.
AB’nin Türkiye’yi Birliğe almasıyla Doğu Akdeniz’in önemli bir kısmı AB suları haline gelecektir. Birlik içerisinde hakkaniyete uygun bir şekilde teknik müzakerelerle Adalar Denizine ilişkin problemlerin birçoğu çözülebilecektir. Egemenliği devredilmemiş adalardaki Yunan işgali konusu hakkaniyetle çözülebilecek bir zemin kazanacaktır. Birlik içerisinde Kıbrıs’taki Türk toplumunun da AB’ye dahil olmasının önü açılacaktır. Muhtemelen Kıbrıs sorunu asgari müştereklerde birleşerek çözüme ulaştırılacaktır. Kıbrıs ve Türkiye ülke olarak tamamen AB’nin sınırlarına girmiş olduğu için, Türkiye ve Rumlar arasında sürtüşme ortadan kalkacak Kıbrıs’a ilişkin politikalar Türkiye’nin de katkısı, oluru alınarak hayata geçirilecektir. Türkiye yine Türk toplumunun haklarını AB nezdinde kollamaya, AB’nin diğer politikalarına ilişkilendirerek, devam edecektir. NATO’da müttefik Fransa ile Türkiye’nin siyasi ilişkileri düzelmek zorunda kalacak, NATO haricinde düzenli diplomatik ve siyasi angajman kurabilecekleri bir ortama kavuşmuş olacaklardır. Bu AB için kazançlı bir yoldur. AB tüm bu konulara ilişkin gerginliği üzerinden atarak daha ileriye bakma olanağına sahip olacaktır. Daha istikrarlı Doğu Akdeniz’e katkı sağlayarak, Ortadoğu’daki olaylara direkt olarak paydaş olma imkanı elde edecektir.
Türkiye’nin can Azerbaycan üzerinden Hazar Havzasına olan bağını ve Gürcistan ile mükemmel seviyedeki ilişkileri, AB’nin normatif ve kurumsal etkisinin bu bölgelere uzanmasına olanak sağlayacaktır. Rusya’nın azalan siyasi gücü sayesinde bu bölgeler Çin’in ekonomik oyun ve nüfuz alanı haline gelmeden AB buralara küresel bir aktör olarak uzanmak istiyorsa, Türkiye’nin Birliğe alınması, bu anlamdaki işini kolaylaştıracaktır. NATO Çin’i bir tehdit olarak açıklamışken, AB’nin 17 üyesi Çin’in Kuşak Yol Projesine katılmışken, AB, Çin’in etkisini bu bölgede kendi kurallarına göre şekillendirmek ve frenlemek olanağına sahip olacaktır.
Ukrayna’nın işgali ve Kırım’ın ilhakı gibi can sıkıcı hamleleriyle AB’de endişe kaynağı olan Rusya ile jeopolitik anlamda her cephede kendi olanaklarıyla mücadele eden bir devlettir Türkiye. Bunu yaparken sahadaki rekabeti siyasi seviyede sürekli temasla dengeli ve kriz çıkarmadan yürüten bir devlet alışkanlığı oluşturmuştur. AB Rusya’ya sadece yaptırımlar uygulayarak sonuç elde etmek peşindedir. Türkiye’nin Ukrayna’ya Rusya karşısında önemli desteği bulunmaktadır. AB, Karadeniz’de bir denge sağlamak istiyorsa Türkiye’yi Birliğe dahil etmelidir. Türkiye’yi Birliğe dahil ettiğinde, Rusya’nın Karadeniz, Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya’daki oyununu sadece yaptırımlarla değil eylemle bozma olanağına sahip olacaktır. Karadeniz yarı yarıya bir AB denizi haline gelecektir.
AB Afrika’ya ulaşan ticaret koridorlarına AB devletlerinin alt yapı yatırımında bulunmasını ve AB şirketlerinin de üretime yönelik yatırımda bulunmasını arzu etmektedir. AB, Türkiye’yi Birliğe alırsa, Afrika’da Çin ve Rusya’nın ticari hegemonya çabalarının karşısına bir AB ülkesi daha dâhil ederek çıkacaktır. Türkiye, AB’nin Afrika’ya ulaşan “orta ticaret koridorunda” söz sahibi etkin bir ülkedir. [2] Bu koridor İskandinavya’dan başlayıp Orta Avrupa’dan geçip, İtalya, Tunus ve Cezayir üzerinden Nijerya’ya ve Tunus ve Libya üzerinden Angola’ya kadar uzanan bir alanı bağlamaktadır. Türkiye devlet olarak ve özel sektörün girişimleriyle “orta koridorun” düğüm noktalarını kontrol etmektedir. İtalya ile bu anlamda muazzam bir iş birliği söz konusudur. İtalya Taranto’daki ve Malta’daki derin limanları bir Türk şirketi işletmektedir. Türkiye’nin Tunus’la ve Libya’nın meşru hükümeti ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. Bu anlamda bakıldığında Türkiye’nin Birliğe alınarak AB’ye katabileceği çok şey bulunmaktadır. Fransa Fas üzerinden Batı Sahara yoluyla Senegal’e ve oradan içeriye Çad’a kadar uzanan “batı koridorunun” lideridir ve önemli yatırımları bulunmaktadır. Libya’da Hafter unsurlarını desteklemesinin ardında petrole hakim olmak öncelikli faktör olsa da Afrika üzerinden bir rekabet de söz konusudur denilebilir. Ancak Türkiye’nin AB üyeliği ile bu sorun da Birlik içerisinde aşılabilecek bir hal kazanacak bu sayede AB Afrika’da etkinliğini daha kolay artırabilecektir. Diğer bir koridor “doğu koridoru” olarak ele alınmaktadır. Buranın pivot ülkeleri olarak Yunanistan ve Mısır öne çıkarılmaktadır. Koridor İskandinav bağlantısının Almanya’dan ayrılan bir kolunun Doğu Avrupa ve Balkanlar üzerinden gelip Pire, İskenderiye Kahire, Kızıl Deniz sahili üzerinden Doğu Afrika’da Tanzanya’ya kadar uzanacak şekilde tahayyül edilmektedir. Ancak ne Yunanistan’ın, ne Doğu Avrupa ülkelerinin bu koridora katma değer sağlayacak yatırım olanağı vardır. Bu durumda, yine Türkiye güçlü bir alternatif olarak devreye girme imkanına sahip olabilecek ve AB bu koridorda da Çin’le rekabet edebilir hale gelebilecektir. Yumuşak güç üzerinden etki yaratmaya çalışan AB için Afrika’da kolonyal geçmişi olmayan bir ülke olan Türkiye’yi Birliğe almak ayrıca bir katma değer olacaktır. Türkiye Afrika politikası kapsamında ilişki kurduğu devletler ve toplumlarıyla eşit ve egemen oldukları vurgusunu yapmakta, geliştirdiği projeleri onların ihtiyaçları yönünde şekillendirmektedir. Fransa’nın Afrika ülkelerini küçümser yaklaşımı ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin gösterdiği yaklaşım AB norm ve değerleriyle daha bağdaşık durumdadır.AB, “daimi yapılandırılmış iş birliği” (PESCO) mekanizması ile bir AB ordusu kurma gayreti içerisindedir. Özerk dış politika için ABD’ye ve NATO’ya çok bel bağlamayan savunma yeteneklerinin geliştirilmesi için de bir platform olarak tasarlanmıştır. Bir önceki yazıda da belirtildiği gibi, AB ülkeleri, alışmış oldukları refah seviyesinde kısıntıya götürecek savunma harcamaları konusunda cimri bir tutum izlemektedir. Savunma sanayii başat ülkeler haricinde gelişmiş değildir. AB Türkiye’yi Birliğe alırsa, otonom bir şekilde savunma yeteneği geliştirebilen bir üyesi daha olacaktır. Deniz kuvvetleri güçlenen Türkiye, Yunanistan’la ve Fransa’yla Doğu Akdeniz’de sıkıntılarını çözülmüş olması sayesinde AB dış güvenlik politikaları doğrultusunda daha ilerilere bakabilecektir. Ayrıca AB muharebe tecrübesi yüksek silahlı kuvvetleri olan bir üyeye sahip olacaktır. Türkiye’nin harekât icra ettiği bölgelerde kendi bayrağının yanına AB bayrağını getirmesi AB için büyük prestik kazanımı olacaktır. Bu özellikleriyle, Türkiye AB’nin PESCO’suna katkı sağlayabilecek anahtar üye ülkelerden biri haline gelecektir.
AB’nin ayrıca Türk ekonomisi üzerinde de olumlu etkisi olacaktır. Kamu harcamaları dengesini, faizi, enflasyonu belirli oranlarda tutmaya özen gösteren bir Türkiye, AB’nin ekonomik istikrarına da katkı sağlayacaktır. Ekonominin yapısal yönetimi konusunda tavsiyelerle ve Yeşil Mutabakatı öncelemiş sürdürülebilir bir gelişmeye demirlenmiş bir Türkiye elde edilebilecektir. Bu sayede yakın gelecekte, bölgelerarası eşitsizlik, kuraklık, işsizlik gibi nedenlerden dolayı Avrupa’ya Türkiye kaynaklı muhtemel bir göç dalgasının da önü kesilmiş olacaktır.
AB’nin kurumları da üye ülkeleri de bu gerçeklerin farkındadır. Kurumsal ve normatif anlamda terakkiperver bir ruha sahip AB’nin kendisini Türkiye karşıtı üyelerinin paranoya seviyesindeki korku, endişe ve ideolojik tutkularına mahkûm etmemesi ve pragmatik davranarak Türkiye’yi Birliğe alması gerekmektedir. Ulusal siyasal kaygılardan uzak AB bürokrasisi bu gerçeğin çok farkındadır ve Türkiye-AB ilişkilerinin ilerletilmesi adına zaman zaman pozitif gündem oluşturmaya çaba harcamaları bu nedenledir. Ancak Erdoğan’ın AB’ye ve ülkelerine yönelik hamasi ve hararetli söylemleri Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye ilişkin algıları kimlik bazında menfi yönde etkilemektedir. Tıpkı göçmenlerin AB’ye faydası olduğunun ispatlanmasına rağmen AB toplumunun göçmenleri hala tehdit olarak görmesi gibi, Türkiye hakkında da böyle asılsız bir algı oluşturulmaktadır. Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler çizgisine yakın olan ideolojik duruşu ve hamasi çıkışları AB kamuoyunda aslı olmayan kaygılara neden olmaktadır. Erdoğan ne kadar geleceğimiz Avrupa’dadır dese ve bunda samimi olsa da, genelde yaratılmış olan bu algıyı kırmak zordur. 15 Temmuz darbe girişimi öncesi dönemde Bakan Bozkır’la birlikte AB Komisyonu bürokratlarının başlatmış olduğu pozitif gündemin özü ve hamlelerinden en önemlilerinden biri Türkiye’nin AB’de, AB’nin Türkiye’de olan algısını olumlu yöne çekmekti. Bu anlamda stratejik iletişim yol haritaları belirlenmişti. Ancak maalesef darbe girişimi sonrasında Türkiye AB ilişkileri çok gerildi ve bu planlar çöpe gitti. AB üyesi ülkelerin bir çoğu da Türkiye’nin AB’ye olabilecek muhtemel katkıların farkındadır. Ancak, Fransa, Yunanistan, GKRY, Avusturya gibi daha ideolojik ve ırkçı bakış açısıyla hareket eden ülkeler “katılıma” hazır Türkiye’nin Birliğe “alınmasını” engellemektedir. Bu ülkelerin baskısıyla Türkiye’ye yaptırımlar uygulanması ihtimal dâhilindedir ama zor görünmektedir. Erdoğan da zaten bu yaptırımları çok önemser bir tavır sergilememektedir. Türkiye’nin ABD ile önümüzdeki dönem ilişkileri düzeltmesinin AB ile olan ilişkilerine katkı sağlayacağı aşikârdır. O yüzden Türkiye’nin şimdilik dikkatini ve ağırlığını bu yöne toparladığı anlaşılmaktadır.
Kaynakça
[1] AB’nin çevresindeki devletlerle olan ilişkilerinde çıkarlarına olabilecek politikaları (yardım, yatırım, fon sağlama vb.) evrensel kabul edilen demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi alanlardaki atılacak ilerici adımlara bağlaması.
[2] https://www.kas.de/en/web/poldimed/single-title/-/content/europe-mediterranean-africa-commercial-connectivity-geopolitical-opportunities-and-challenges